20 güne yakın süren Amerika seyahatim sonrasında jetlag’den kurtulmaya ve seyahatimi anlatacak olan bu yazıyı yazmaya çalışırken başlangıç cümlesi olarak parmaklarımdan Charles Dickens’ın kelimeleri dökülüyor; “It was the best of times, it was the worst of times…”*
Hayır hayır tatilimin kötü geçtiğini ima etmiyorum. Yeni dünyaya yaptığım bu ilk seyahatimde çok eğlendim, çok gördüm, çok deneyimledim, çok tattım. Kısacası çok güzel bir tatil geçirdim. Bir Avrupalı gözüyle ilk kez gördüm koca bir kıtaya yayılmış ülkenin topraklarını, şaşaasını, zenginliğini, fakirliğini, bereketini, çoraklığını, bolluğunu, kıtlığını… Amerika’nın hayatım boyunca gözlemlediğim en büyük dualiteye ev sahipliği yapmasından kaynaklanıyor belkide Charles Dickens’ın kelimelerinin aklımdan çıkmaması. Belki de hayali new yorker arkadaşım Carrie Bradshaw tarafından kullanıldıkları için aklıma takıldılar bilemiyorum.
New York, San Francisco, Las Vegas ve Los Angeles’ı içeren bir seyahat rotam vardı. Hem doğu yakasını, hem batı yakasını görme fırsatım oldu. İlk 6 günümü New York’ta geçirdim, sonra sırası ile diğer şehirlere 3-4 gün zaman ayırdım. Bazı anlarında keşke bizde de dediğim, bazı anlar iyiki bizde böyle değil dediğim bir seyahat oldu. Seyahatin ilk ayağı olan New York’tan başlayayım anlatmaya.
New York, özellikle de Manhattan adası, kendine has yönleri olan büyüleyici bir şehir. Yüksek olarak tanımlamaya dilimin varmadığı dev gökdelenleriyle iç içe geçmiş parkları, onlara komşu alçak şehir evleri, mahalle aralarına gizlenmiş geniş parkları, hep denize çıkan yolları, aynı potada erittiği zenginliği ve fakirliği ile mutlaka görmeye değer bir şehir. Turist olarak gezmesi Avrupa şehirlerine benziyor; müzeleri, sanat galerileri ile hiç uyumayan dev bir canlı New York.
New York seyahatimde New Jersey’de yaşayan arkadaşlarıma misafir oldum. Bir süredir kullanmayı bıraktığım Airbnb gibi ev kiralama sitelerinin neden popüler olduğunu bir kez daha hatırladım. Yorucu bir günün ardından arkadaşlarla ev ortamında vakit geçirmek, bahçede barbekü yapmak, pazar sabahı evde hazırladığımız Türk+Amerikan kahvaltısı New York’u daha da keyifli hale getirdi.
Manhattan’ın kilometrelerce uzayan dümdüz sokaklarına her yurtdışı gezimde olduğundan daha çok şaşırdım. Izgara plan sistemiyle kurulmuş olan şehir birbirini 90 derecelik açılarla bölen sokak ve bulvarlardan oluşuyor. Bu hem şehre estetik bir güzellik katıyor, hem de ulaşımı biz turistler için bile çok çok kolay hale getiriyor. Şehir planlama blogu açtığımda bu konuya daha fazla değinmek üzere konumuza geri dönüyorum.
Amerika gezimin en heyecanlandığım kısmı elbette tadacağım değişik yemeklerdi. Amerika ve mutfak deyince gözünüzün önüne ızgara et, bezelye, haşlanmış brokoli ve patates püresinden oluşan bir tabak gelmesin. Yani gelsin de benim kastettiğim yemekler bu tabak değil. Amerikan mutfağı ülkenin kozmopolit nüfus yapısını ve koskoca bir kıtaya yayılmış olmasının verdiği avantajları yansıtıyor. Ben daha çok Dünya mutfaklarından örnekler yedim Amerika’da. Yediğim yemeklerin bir çoğu bu mutfaklara dair hayatımda tattığım en güzel örneklerdendi.
Muhteşem yemeklerin birinci şartının iyi malzemeler olduğunu düşünerek Union Square’deki pazarı da gezmeyi ihmal etmedim. Pazardaki ürün çeşitliliği, sebzelerin meyvelerin albenili renkleri beni benden aldı. Feriköy organik pazarda aradığım ama bulamadığımın bu renk ve ürün cümbüşü olduğunu fark edip eldekiyle yetinmek üzere yutkundum.
Küçük küçük sokaklarını haftalarca gezsem bitiremeyeceğim, Central Park’ta oturmalara doyamayacağım New York’un turistik yüzünün detaylarını Google’a bırakıp yediklerime geçmek istiyorum.
New York’ta damağıma en çok kazınan yemekler, Momofuku Noodle Bar ve Breslin’de yediklerim. Momofuku Cook Book ile adını ilk kez duyduğum Momofuku (Japonca’da Şanslı Şeftali demek), David Chang’in Netflix’teki programlarını hatmetmem sonrasında gitmezsem çatlarım listeme girmişti. Momofuku’da yediğim ramen (Japon noodle çorbası) hayatımda yediklerimin en iyisi, restoranın meşhur yemeklerinden “Bun”lar arasından seçtiğimiz Shiitake Bun (Şitake Mantarlı Hamur) ise göz yaşartıcı derecede güzeldi. Hem ramen hem de shiitake bun tariflerini evde denemek için sabırsızlanıyorum. Tarifler kısa süre sonra blogda olacak.
Restoranın yaz menüsünden Mayan Prawns’ın (Maya usulü karidesler) lezzeti Mayalar’ın ruhunu şad etmemizi sağladı. Lezzetini mısırdan alan yemeğin sosunu içmek için birbirimizle yarıştık adeta. Sosta en dikkat çeken tatlar mısır ve misket limonuydu, içine başka ne koyduklarını öğrenmek ve evde hemen denemek için neler vermezdim.
En beğendiğim ikinci yemek ise yine ünlü bir şefe ait olan The Breslin Bar’ın meşhur Lamb Burger’ıydı. Hamburger işte nesini bu kadar beğenmiş olabilirsin diyenlerinize New York seyahatinizde Breslin’e uğrayıp kendinizin tatmasını öneriyorum. Hamburger ekmeğinin çıtırlığı, köftenin sulu ama çiğ kalmadan pişirilmiş olması, garnitür olarak kullanılan peynir ve soğanın burger köftesini tamamlayışı mü-kem-mel-di. Hamburgerin yanında gelen 3 kere kızartılmış patatesler ve kimyonlu mayonez ise yıkılıyordu. Bizde neden böyle hamburger yapılamıyor diye düşünerek tabağın dibindeki kırıntıları bile süpürdüm. Yanında güzel bir salata ile şiir gibi bir öğle yemeği oldu. Breslin’in ağır İngiliz pub dekoru ışığa yer vermediği için fotoğraf çekmek mümkün olmadı, tabağı anlatmak için barın tanıtım fotoğraflarından birisini kullanıyorum.

Photo credit:Serious Eats
New York seyahatimde bir kez daha anladım ki, yemek yapmak gerçek bir zanaat. Dürüst malzemelerle başlayıp, özel bir ilgi ile mutfakta birleştirmek ve tüm bunları abartıya kaçmadan temel tekniklerle yapmak herkesin harcı değil. Umarım ülkemizde de benzer mantıkla yemek pişiren restoranların sayıları artar.
Bu yazımda anlattıklarım haricinde Diner kahvaltısı, Kore barbeküsü, Meksika yemekleri, Amerikan usulü tatlılar New York seyahatimde tattığım diğer lezzetler. Amerikalıların yoğun şeker şurubu kullanıyor olmaları sebebiyle tatlılar bizim damak tadımız için çook ama çook tatlı. Ancak Momofuku’nun Milk Bar adı altındaki tatlı dükkanında yediğimiz “Crack Pie” evde denemeden ve tarifini sizlerle paylaşmadan geçmeyeceğim bir lezzet. Tabii ki önce yüksek kalori bölümünü açmam gerekli 🙂
Batı yakasının muhteşem tatlılarını, Meksika yemekleri ve yemelere doyamadığım guacamole ile ilgili güzellememi sonraki yazılarıma bırakıp, Momofuku Cook Book’u satın almadan ülkeye dönmüş olduğum için kendimi nasıl cezalandıracağımı düşünmek üzere huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Sevgiler.
*“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.” Charkes Dickens – İki Şehrin Hikayesi
Bayildim yaziya. Hem agzim sulandi hem de ince nuktelere cok guldum. Siradan yemekler yiyormusuz biz:(
🙁 benim de aslında seyahatte en üzüldüğüm şey bu oldu, Türkiye’de her işteki sıradanlık.
Ammaaa fikirler ve tarifler aklımda, tatlar damağımda. Bloga yazdıklarımı bazı şanslılar yiyecek elbet 🙂