New York’tan 6 saatlik bir uçuşla ulaştım San Francisco’ya. Havaalanında sevgilimle buluşuyor olmanın heyecanından yolculuk aşırı uzun geldi; “Yıllarca 10,5 saat otobüs yolculuğu ile Ankara’ya taşındın sen, sana koyar mı 6 saat uçak yolculuğu” diye kendimi gazlayarak ancak katlanabildim.
San Francisco’ya iner inmez 16 derece olan hava sıcaklığı bizde küçük bir şok etkisi yarattı. Soğuk havanın sorumlusu meşhur sisten haberimiz vardı ama herhalde inanmak istememişiz yaz ortasında sıcaklığın 16 derece olacağına ya da yaz 16 derecesinin kıştan daha sıcak olacağını düşünmüşüz. Bütün seyahat boyunca hava hep soğuk ve kapalıydı, eğer sıcak ve güneşli bir San Francisco tanısaydım daha fazla sevebilirdim. Soğuğa bir şekilde katlanıyorum da güneş benim yaşam enerjimin bir numaralı kaynağı olduğundan yokluğu canımı sıkıyor.
San Francisco’nun en belirgin özelliği upuzun yokuşları ve bu yokuşların kenarlarında konuşlanmış şehir evleri. Çocukluğumuzun dizisi Full House ile hepimizin aklına kazınmış Alamo Square görüntüsü şehrin dokusunun (tabii ki zengin kesimin) bir özeti.
Yokuşların turistler için engel değil aktivite haline geldiği nadir şehirlerden herhalde San Francisco. Meşhur kablolu tramvay (cable car böyle mi çevrilir Türkçe’ye?) ve dolambaçlı sokaktan döne döne geçmeye çalışan sıra sıra arabalarla başka yerde bulunmayacak bir seyirlik olan Lombard Street’in ilk 10 turistik aktivite arasına girmesi de bunun kanıtı.
San Francisco yeme içme alanında Amerika’nın öne çıkan şehirlerinden. Şehrin her köşesine yayılmış irili ufaklı sayısız restoranlar, cafeler, pastaneler var. Hayatımda en çok restoranı bir arada gördüğüm yer diyebilirim San Francisco için. Büyüklü küçüklü restoranların önünde yemek saatlerinde oluşan metrelerce kuyruk bize biraz garip gelse de mutlaka denemek istediğimiz restoranlarda biz de bu duruma boyun eğdik, kimi yerde yarım saat kimisinde de bir saat sıra bekledik. Beklerken de bu kadar sıra beklenen başka şehir görmemiz mümkün olmayacağı için yiyeceğimiz yemeklerin hayalini kurup keyfini çıkarmaya çalıştık 🙂
San Francisco seyahatimde en çok Tartine Bakery’de yiyeceğim için heyecanlıydım. Tartine Bakery Amerikan pastaneciliğinden ayrılan, şekere boğulmamış türünün en iyisi lezzetleri ile ününün boşuna olmadığını doğruluyor. Amerika’nın en iyi fırını/pastanesi denilen işletme her gün öğleden sonra çıkardığı ekşi maya ekmeği ve kruvasanları ile ünlü.
Biz sabah kahvaltısı için gittiğimizden henüz ekmekleri çıkmamıştı, dillere destan ekmeklerini Croque-monsieur’de tatma şansımız oldu. Ancak Ezine peyniri ve sulu bir Çanakkale domatesi ile fırından yeni çıkmış sert kabuklu tok ekmekleri nasıl bir lezzet şölenine dönüşür hayal etmeden geçmedik.
Neredeyse yüz ayrı kattan oluşan kruvasanları, muzlu pie’ları, tarçınlı rolları, dillere destan ekşi maya ekmekleri şimdi fotoğrafları düzenleyip bu yazıyı yazarken bile San Francisco’ya yerleşme sebebi olarak geliyor. “Hayatımda ettiğim en güzel kahvaltılardan birisiydi, bütün dükkanı yemek istedim” şeklinde özetlenebilecek bir deneyimdi.
San Francisco birbirinden güzel pastanelerinin yanı sıra deniz ürünü restoranları ile de meşhur. İstiridyeler, yengeçler, ıstakozlar, midye çorbaları turistik Fisherman’s Wharf bölgesindeki tüm restoranların ve yol kenarı büfelerin gözdesi. Okyanustan gelen bolluk yol üstü büfesinde ıstakoz ve yengeç sattırınca benim için yeni bir motto oluştu, her ülkeye bir okyanus. Biz deniz ürünü yemek için otelimize de çok yakın olan Swan Oyster Depot’yu seçtik. Turist kalabalığından uzak olmasının yanı sıra şehrin en eski deniz ürünü restoranlarından Swan Oyster Depot, aynı zamanda şehirdeki en iyi istiridyeleri de satıyorlar (sırada bizimle birlikte bekleyenlerin yalancısıyız).Nostaljik dekor, kapıdan girer girmez kavrıyor sizi; ilk gelişiniz olduğunu yabancılığınızı unutturuyor. Bir bar taburesi üzerinde önünüze gelen istiridyelere saldırmaya çekinmeniz için hiçbir sebep kalmıyor böylece; tabaktakilere dalmadan fotoğraf çekmeyi unutarak hem de. İstiridyeleri 3 farklı bölgeye aitmiş, servis ederken istiridyelerin çıkarıldıkları bölgeleri de tanıtıyorlar. Farklı yerlerden çıkarıldıkları bilgisi ile yediğinizde istiridyelerin tadındaki farklılıkları da anlamanız kolaylaşıyor. Sadece istiridye değil, midye çorbası, ıstakoz, deniz kabukluları kokteyli, tütsülenmiş somon gibi başka lezzetli seçenekler de mevcut Swan Oyster Depot’da. Biz tattığımız herşeyi çok beğendik, deniz ürünü sevenlere tavsiye olunur. Akşam servisi olmayan Swan Oyster Depot’yu öğlen yemeği için tercih etmek gerekli.
Gastronomi düşkünlüğünün yanı sıra bir özgürlükler şehri San Francisco. Dünyadaki en büyük LGBT topluluğuna sahip ve dünyanın gay başkenti olarak anılan şehrin Castro bölgesi çoğunlukla gaylerin yaşadığı bir bölge. Bu mahalledeki gökkuşağı renklerinde boyanmış yaya geçitleri daha eşitlikçi bir dünya için insanın içini umutla dolduruyor.
Ancak konu evsizler olduğunda aynı şekilde düşünmek mümkün olmuyor. Şehrin çok büyük kısmına yayılmış önemli bir evsiz popülasyonu var. Sokaklarda yaşanan soğuk, yalnız, pis bir hayatın yanından insan üzülmeden geçemiyor. İnsanı bir market arabasında yaşamaya hangi olaylar sürükler düşünmeden yanlarından geçemedim. Tüm dünyaya pompalanan Amerikan rüyasına bir de onların gözleriyle bakmak gerekli bence. Tüm şaşaası, zenginliği, özgürlükçülüğü, yasakları, kozmopolitliği ile Amerika bu konuda çok fena sınıfta kalıyor.
Daha güzel bir dünya için sevgiler.
Leave a Reply